18 Nisan 2013 Perşembe

Sokrates Seni Dürttü



Sokrates. Bugüne kadar gelmiş geçmiş en büyük düşünürlerden birisi, benim için en büyüğü. İroni ve maiotik ustası, tek derdi insanlara düşünmeyi öğretmek olan, diyalogos denen karşılıklı konuşarak, sorarak, sordurarak öğretmeyi ilke edinmiş çok önemli bir filozof. Çok sorarmış Sokrates bilene, bilmeyene, zengine, fakire, yaşlıya, gence herkese sorular sorarmış. 

        Herkes bilginin ve bilimsel ilerleme hızının çok hızlı arttığını düşünebilir ama burada sorgulanması gereken bir durum olduğunu düşünüyorum. Bu hızlı ilerleme ya da gelişme devrim niteliği taşıyan buluşlar düzeyinde gerçekleşmiyor maalesef. Telefonu düşünelim. Yanlış hatırlamıyorsam ilk telefon görüşmesi 1880 yılında gerçekleştirilmişti. Günümüzdeki telefonların atasıyla yapılan bu görüşme gerçekten bir devrimdir. Zira bir ilk gerçekleştirilmiştir. O telefondan (hatta ilk cihaz için çeşitli teknik nedenlerden dolayı radyofon denilmiştir) bugünün akıllı telefonlarına geçiş bir gelişmedir. Temeldeki mantık aynıdır. Bu nedenle bugünkü teknolojiyle üretilebilecek son model bir telefon bence bir devrim olarak nitelendirilemez. Çünkü bu devrimi Graham Bell zaten yapmıştır. Başka bir örnek verecek olursak Ms-Dos bir devrimdir ama yukarıdaki nedenlerden dolayı Windows 8 bir devrim olarak nitelendirilemez. Dünyayı büyük ölçüde değiştirebilecek, insanların hayatını, günlük rutinlerini değiştirebilecek düzeyde “icatların” neredeyse artık hiç olmamasının nedeni ne olabilir? İnsanların aklına artık parlak fikirler gelmiyor mu? Yoksa icat edilebilecek her şeyi icat mı ettik?

            Bu dünyadaki en önemli sermaye beşeri sermaye, en önemli ve verimli yatırım ise insana yapılan yatırımdır. Aynı zamanda insana yapılan yatırım geleceğe yapılan yatırımdır. Çok maliyetli bir yatırım da değildir. İnsana yatırım bireye sağlıklı bir çevre ve kaliteli bir eğitimden başka çok az şeyi içerir. Kaliteli bir eğitimden kasıt ise asla bugünün üniversiteye yüksek başarı oranıyla öğrenci gönderen liseleri, dünyanın ilk bilmem kaç üniversiteleri falan değildir. Bireye imkansızın olmadığının gösterildiği, bireyin kendini tam olarak ifade edebildiği, bilgiyi vermekten ziyade bilgiye giden yolu gösteren eğitimcilerden oluşan bir kurum kaliteli bir eğitim kurumudur. Bu eğitim kurumunun şüphesiz en önemli ikinci unsuru eğitimi veren öğretmenlerdir. Sofistlerin mantığından olabildiğince uzak,  ideali iyi insan yetiştirmek olan ve iyi niyetli eğitimcilerden eğitim alan bireyin başarısız olma şansı oldukça azalır. Bence öğretmenlerin anlaması gereken tek şey; bu işin para için yapılamayacağıdır. Herkes bilgiye sahip olabilir, herkes bir şeyler bilebilir ama herkesle eğitimciyi ayıran çok da ince olmayan bir çizgi vardır. O da en az bilmek kadar önemli olan bildiğini aktarabilmek ve bunu yaparken zevk alabilmektir. 30-40 tane ergenlik öncesi veya ergenlik çağındaki insanı bir araya toplayıp, hepsinden aynı ilgiyi, beceriyi, sabrı, saygıyı beklemek hayalcilikten başka bir şey değildir. Öğretmen ders anlatırken biri konuşacak, biri dışarı bakacak, biri öksürecek, biri elindekileri yere düşürecek, biri aşık olduğu kızın saçının çekecek, biri telefonla oynayacak vs. İşte eğitimciyi bizden ayıran şey aynı anda 30 kişinin ilgisini, merakını, dikkatini maksimuma çıkarabilmesidir. Az önce söylediğim bu işi para için yapmamaktan anlaşılması gereken işlerini karşılıksız yapmaları değildir tabi. Emeklerinin karşılığını maddi olarak hiçbir zaman alamayacaklarını bilmelidirler çünkü; yaptıkları iş karşılığında kendilerine ödenebilecek kadar yüksek bir bedel yoktur. Hz Ali bunu “bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözüyle mükemmel bir şekilde ifade etmiştir.  

Maalesef çoğu zaman sistem idealist insanları içinde eritip yok edebiliyor. Örneğin mesleğe başladığı yıl, öğrencileri için “bu çocukların gramer öğrenmesinden çok daha önemli şeyler var ve ben elimden geldiğince bunları öğretmeye çalışacağım” diyen bir öğretmen arkadaşım vardı. İkinci yıl bu heyecanın h’sini bile görmüyorum kendisinde. Muhtemelen birkaç yıl sonra sınıfında oluşacak gürültü anında not defterini cebinden çıkarıp şöyle iki üç kez salladıktan sonra masasının üstüne atacak kıvama gelecektir. Benim kendisinden ve tüm eğitimcilerden istediğim tek şey yaptıkları işin öneminin farkında olmaları ve girecekleri son derse kadar heyecanlarını korumalarıdır.

             İdeal eğitim ve eğitim sistemi birkaç paragrafta anlatılamayacak kadar ciddi bir iş olduğu için bu kısmı kısa geçiyorum. Şimdi hızlıca bir birey yetiştirelim: Çocuk yapmanın en zevkli kısımlarını geçip hemen çocuğun doğduğunu varsayalım. Neyse çocuk oyun dönemini geçtikten sonra okula başladı. Dördüncü sınıfa geldiği zaman ailesi iyi bir liseye gitmesi “gerektiğini düşündüğü” için dershaneye yazdırıldı. On yaşında hem dershane hem okulu bir arada götürmeye başladı. Bir yarışmacı olduğu çocuğa hissettirildi, kendini amansız bir rekabetin ortasında buldu. En yakın arkadaşı bile aynı zamanda gireceği sınavlarda rakibiydi artık. Aynı süreç üniversite için de devam etti (Dikkat ederseniz burada bireyimiz hep edilgen). Sıradan bir üniversite eğitimini de aldı yaşı 24 oldu diyelim. Yüksek lisanstı, askerlikti, çeşitli sınavlardı, iş bulmaydı bu birey 30 yaşına geldi. Sıfır iş tecrübesiyle ve kendisine ezberletilmiş, beynine kazınmış çok farklı alanlardan muhtemelen hiç öğrenmek istemediği, hayatının hiçbir döneminde işine yaramayacak olan bilgilerle önümüzde duruyor. Tabi bu yaşa kadar geçen süre içinde sayısız gizli reklamlara, ürün yerleştirmelere ve gayriahlaki bilinçli yönlendirmelere maruz kaldı. Ama işin en vahim kısmı bu süre içinde, bireyin hayal gücünün bitirilmiş olmasıdır. Bu eğitim sürecinin hemen hemen hiçbir aşamasında homo economicusumuza hayal gücünü kullanma fırsatı verilmedi. Kendisine “doğrular” öğretildi, gösterildi ve sonuç mükemmel: Artık bireyimiz sorgulamayan, kabul eden, merak etmeyen ve bencil bir insan. Kendisine iki kere iki on beş denildiğinde bile kabul edecek, kendisine yanlış geldiği halde söylenenleri itiraz etmeden yapacak pamuk gibi bir hal almıştır. 

Homo economicusumuzdan bir Sokrates, bir Aristo, bir Nietzsche, bir Madam Curie, bir Einstein olmasını istemek ya da ummak sizce de çok büyük haksızlık değil mi? 

İnsanlığın yeni Bill Gates’in yanında çalışacak mühendislerden çok yeni Bill Gateslere ihtiyacı var. Ama ne yazık ki bu ihtiyaç herkesçe bilinip kabul edilmesine rağmen, özgür düşünceyi egemen kılan, hayal gücüne sahip özgür bireyleri yetiştirecek sistemleri bırakın hayata geçirmeyi düşünmek bile henüz hayal. 

            Sözün özü şudur ki; şuandaki sistemin ürünü olan bizlerin pek suçu yok aslında. Çok küçük yaştan itibaren bu sistemin bir parçası haline getirildiğimiz için sistem dışına çıkmamız çok da kolay olmayacak. Dünyanın gelmiş geçmiş en önemli düşünürlerinden biri olan Sokrates bile bizim yaşadığımız şartlarda yaşamış olsaydı muhtemelen istemediği şeyleri okumaktan içindeki okuma hevesi kaçmış, istemediği ve seçme hakkı olmadan kendisine öğretilen şeyleri öğrenmek zorunda kaldığı için bir şey öğrenmek istemeyen, depresif, arkadaşlarını facebooktan dürten sıradan bir insan olabilirdi. Belki soru bile sormazdı ne dersiniz?

23 Ağustos 2012 Perşembe

İktisat Kazandım Ben

Hemen hemen bütün üniversitelerde olan İktisadi ve İdari Bilimler Fakültelerinin güzide bir bölümüdür iktisat. Kimi insan idealistliğinden, kimi insan puanı buraya yettiğinden, kimi insan karambole yerleşir bu bölüme. Mesela ben Hidayet'in zamanında oynadığı bi içecek reklamından etkilendim. Bilen bilir reklamın mantığı Hidayet'in arkadaşlarının Hidayet'e meslek seçiminde tavsiyelerde bulunması, Hidayet'in kendi bildiğini okuyup elde ettiği başarı üzerine kurulmuştu. Orda bi arkadaşı ben ona iktisat falan yaz dedim şöyle havalı bi işin olsun gibi cümle kurmuştu. İktisat okuma arzumu kamçılayan olaylardan biri burdaki havalı bi iş olmuştu. Artık o yaşta beynime nasıl kazınmışsa.

Bu eğitimi alan insanlar çok zor, çok eğlenceli, çok kolay bazen de cidden çok havalı isimleri olan dersler görecekler. Bölümü seçen arkadaşlar eğitim hayatları boyunca bazen kendilerine lanet edecek, bazen bu bölümü seçmenin hayatlarında aldıkları en doğru kararlardan biri olduğunu düşüneceklerdir. Şimdi bölüme yerleşmeden mezun olunan zamana kadarki kısmı biraz irdeleyelim. 

Şimdi tam olarak ne oluyor bu iktisat?

İktisadın çok yalın bir şekilde tanımı; insanların sonsuz ihtiyaçlarını doğadaki kıt kaynaklarla karşılamaya çalışan sosyal bir bilim olarak yapılabilir (günümüzde sosyal yönünü her geçen gün kaybedip giderek matematiğe, sayılara boğulduğu yönünde çeşitli eleştiriler yapılmaktadır). Çok zorlanmadan tahmin edeceğiniz gibi bu geniş tanım çoğu insanı tatmin etmeyecektir. Şimdi bölümü kazandığının ertesi günü eş-dost-akraba üçgeni tamam güzel kazandın da ne olacaksın diye bastıracak, muhtemelen çok da tatmin edici cevaplar veremeyeceksiniz. Alternatif kurtuluş reçetelerinden bazıları bir şey demeden gülümsemek, hele bi gidelim de bakalım ne olacağız, borsacı, bankacı, akademisyen olacam ben gibi cevaplar vermektir ama bana kalırsa iktisatçı olacağım diyip işi daha da karmaşık hale getirmek en güzelidir. Dikkat ettiyseniz bir iktisatçı olarak ben bile bu sert soruyu tam olarak yanıtlayamıyorum.

Kısaca dersleri gözden geçirelim

Her üniversitede aynı mıdır bilmiyorum ama kendi okuduğum okulu referans alarak temel dersleri bi gözden geçirelim. Birinci sınıf dersleri her şeyin temelini oluşturuyor. Teorik iktisatla daha ilk senede tanışıyorsunuz. İlk sene temel dersler Mikro ve Makro İktisat bunun yanında İşletme, Muhasebe, İngilizce, Hukuk ve hatırlayamadığım birkaç ders daha oluyor. İkinci sene ne mikrodan ne de makrodan yine kaçışınız olmuyor, sadece isimlerinin sonlarına analiz eklenip devam ediyor kaldığı yerden. Efendim Sosyal ve İktisadi Tarih, İktisadi Düşünce Tarihi, İşletme Hukuku, Doğrusal Cebir gibi dersler oluyor. Unutmadan bu sene bir de İstatistikle tanışacağınızı söyleyeyim. 2. sınıf ve üzerindeki arkadaşların tanışmaz olaydık dediğini duyar gibiyim ama durun daha istatistik için sızlanırken üçüncü sınıfta Ekonometri göreceksiniz. İstatistiğin devamı diyenler var ama ben daha üst düzey bir ders olduğunu düşünüyorum. İstatistik, Matematik ve Ekonominin kesişimi demek daha doğru olabilir. 3. sınıf gerçekten zor bi sınıf ve bence en çok çalışılması gereken sınıf. Ekonometrinin yanında herkes için bi mübadele aracı olan para sizin için teori ve politikasıyla ciddi bir ders oluyor. Maliye Politikası ve Kamu Maliyesi, bunun yanı sıra Uluslararası İktisat I ve II bu senenin dersleri. Bunlara bir de seçmeli dersler eklenince yoğunluk artıyor. Seçmeli ders demişken eğer fakültenizde gerçekten "seçmeli" dersler varsa bence dersin kolaylığını, zorluğunu, hocasını göz ardı edip ilgi alanınıza en yakın dersleri seçin (Ben böyle yaptım olumlu sonuçlar elde ettim ama tabi bu okuldan okula, hocadan hocaya değişir. Gidip girdi-çıktı analizi, uygulamalı ekonometri, ne bileyim matematiksel iktisat falan alıp kalırsanız kulağımı çınlatmayın. En iyi yol kendi bildiğiniz yoldur). 3. sınıfı bitirip son sınıfa geçtiyseniz ve alttan çok dersiniz yoksa harika bi sene sizi bekliyordur. Son sınıf dört temel ders üzerine kuruludur; İktisadi Büyüme, İktisadi Kalkınma, Türkiye İktisadı ve Uygulamalı İktisadi Analiz. Yine seçmeli dersler ve dönem projeleriyle bu okul biter. 3. sınıf bitene kadar çoğu öğrenci kendini yetersiz hissedebilir ama nedendir bilmiyorum son sınıfta insan birden iktisatçı oluyor. Geçen sene enflasyon nedir sorusunu cevaplayamayan insanlar bu sene kalkıp Smith burda yanılıyordu, Keynes'in görüşlerine katılıyorum ama şunu şöyle yapmalıydı, efendime söyleyeyim konuşma sırasında elmas-su paradoksundan, Leontief Paradoksundan bahsedebiliyor. Peki bunların hepsi tamamlandı da ben kendime ne zaman iktisatçı oldum diyebilirim? Bana göre bu sorunun en güzel cevabını değerli bir hocam vermiştir. Eğer arkadaşlarına bir şey anlatırken elinde kağıt-kalem olmadan, parmağınla havada grafikler çizebiliyorsan iktisatçı oldun demektir demişti. Bence de o grafiği çizdiğiniz gün iktisatçı oldunuz demektir.

Nerelerde çalışabilir bu iktisatçılar?

Daha 1. sınıfın sonunda insanlar size ya borsa sene sonunda şu kadar olur mu? (İç ses: Broker değilim ki, nerden bileyim), emlak sektörü iyiye gidiyor diyolar kredi çekip ev mi alsam? (İç ses: Oradan gayrimenkul danışmanı gibi mi görünüyorum acaba?), biraz birikmişim var ne yapsam ki? (İç ses: Valla bence bi yatırım danışmanına danış) türevi sorular sormaya başladı ve siz de yılmadan bu soruları savuşturmayı başardınız iç sesinizi dışarı çıkarmadan hem de ama her şey yeni başlıyor.
Mezun olduktan sonra iş bulma süreci başlıyor. Bu süre hedefleriniz, idealleriniz, özel şartlarınıza bağlı olarak değişebiliyor. Bölümün en güzel özelliklerinden biri kariyer kararlarınızı değiştirebilmenizdir. Çok yakın bi arkadaşım bu bölüme özel sektörde 15.000 TL maaşla çalışmak için geldi, bir yıl sonra fikrini değiştirip ben broker olup trilyonlarla oynamak istiyorum dedi, şimdi kaymakamlık sınavına hazırlanıyor. Hem teoride hem pratikte bunların hepsini gerçekleştirebileceği bi bölümü var. Yazının başında ne olacaksın sorusuna net bir cevap verememek dezavantajdı ama diplomayı aldığınız gün bir avantaja dönüşüyor. Sizinle beraber x mühendisliğini kazanan arkadaşınız bugün x mühendisi, tıp fakültesini kazanan arkadaşınız doktor, eğitim kazanan arkadaşınız çok büyük olasılıkla öğretmen olacak o x mühendisi arkadaşınız 3 sene sonra ben x mühendisi olmak istemiyorum başka bi meslek yapmak istiyorum derse bu kararı vermek size oranla karşılaştırılamayacak kadar zor olacak. Siz bugün bankacı olmak istiyorum diyip, ertesi gün turizme yönelebilirsiniz. Çalışma alanlarına gelirsek, özel sektörün her alanı size açık. Finansından tutun, sanayisine kadar, dış ticaretinden turizme kadar. İnanılmaz geniş bir yelpaze. Bankacılık, muhasebe, borsa, yöneticilik, A grubu devlet kadroları hepsinin kapısı size açık. Ardına kadar hem de. İçiniz rahat olsun!

Sonuç

Bu diplomanın yanına bir yabancı dil koyarsanız (Yabancı dilden kastım İngilizce değil, zira iş başvurusu yapacağınız çoğu yer zaten İngilizce bildiğini varsayacak), okula başladığınız günden sonra kendinizi yeterince geliştirirseniz (Bu kendini geliştirme lafına ben de çok gıcığım. Burda kastım okula başladığınız halinize göre minimum birkaç seviye yukarda olmak. Bunun içine dış görünüşünüz, tarzınız falan da dahildir, entelektüel bilgi birikiminiz de), iş piyasasında kralsınız. Kralsınız derken öyle gaza gelmeyin binlerce dolar maaşı olan iş teklifleri almayacaksınız hemen ama seçilme nedeniniz diğerlerine göre daha fazla. Yeterli düzeye gelip gelmediğinizi öğrenmenin ise çok basit bir yolu var. Kendiniz iş başvurusu yaptığınız firmanın, İK müdürü ya da patronu olsanız kendinizi işe alır mıydınız sorusunu sorun kendinize. Verdiğiniz cevap objektif bi evetse güzel, yüzde elli tamam bu iş. Diğer yüzde ellilik kısım bu kendinizi işe alma gerekçelerinizi başvuruyu yaptığınız yere ne kadar hissettirebildiğinizle ilgili. Sanırım buna da kendini pazarlama deniyordu. 
Buraya kadar hiç değinmedim ama bir de staj olayı var. Bizde zorunlu değildi ve özel sektörü çok düşünmediğim için ben yapmadım ama yapanlar faydasını görüyor. Bi bağlantıları oluyor iş dünyasıyla, staj yaptığı firmada işe başlama olayı var tabi bi de. Staj yapacaksanız kimsenin şevkinizi kırmasına izin vermeyin. Aman be fotokopi çekeceksin akşama kadar ne gereği var cümlesini çok duyacaksınız ama sallamayın. En azından fotokopi çekmeyi öğrenmiş olacaksınız. Tamamen aynı düzeyde olan iki insandan biri fotokopi çekmeyi biliyor diğeri bilmiyorsa bilen adam bir adım öndedir.
Son olarak ekonometriyi iyi öğrenmeye çalışın, ekonometriyi çok iyi öğrenemediyseniz ekonometri programlarını kullanmayı çok iyi öğrenin, akademik kuralları öğrenip, buna uygun makaleler yazmaya çalışın, iş konusunda fikirleriniz varsa gerçekleştirmeye çalışın, girişimci olmaktan korkmayın. Son olarak okurken lütfen işsizlik korkusu yaşamayın, derslerinize odaklanın. Korkmayın hepimize yetecek kadar iş var. Umarım kabaca anlatmaya çalıştığım şeyler size az da olsa fayda sağlar.
Not: Bu yazıyı çok da ciddiye almayın, en iyi yol kendi bildiğiniz yoldur!

21 Ağustos 2012 Salı

Beni Böyle Sevme Seveceksen

"Sen sevgiden ne anlarsın", "sen hiçbir şeyi sevmiyorsun ki" gibi ağır iki cümleden sonra benim sevgi anlayışımın çok farklı olduğunu anladım. Çünkü iki muhabbet kuşu, bir köpek besleyen ve zamanında kedi beslemiş, sokakta gördüğü bütün sahipsiz, başıboş hayvanlar için üzülen  insanın hayvanları benden daha çok sevmesinden daha doğru ne olabilirdi ki? Sadece yenilebilen hayvanları seven birisi olarak bilindiğim için ağzımı açmadım. Haklısın, ben sevmekten ne anlarım ki? diyip konuyu kapattım. Gece yatmadan kendime sordum: Ben sevmekten anlar mıyım?
Sanırım anlamıyorum. Ben bir balığı 2 litre suyla dolu bir sürahiye koyacak kadar sevmedim hiç. Düşünmeye devam ettim. Ben hiçbir kuşu hayatının sonuna dek bi kafese koyacak kadar sevmemişim. Kabahatim giderek artıyor ama ben bi köpeği sıcacık apartman dairesine alacak kadar da sevmemiştim hiç. Benim hayvan sevgimin arada bir bahçeye ve terasa yoğurt-dondurma kabında su koymaktan, ekmek kırıntısı ve benzeri yemek artıklarını çöp yerine terasa-bahçeye döküp sahiplenmediğim ve doğal yaşam alanından alıkoymadığım hayvanlara vermekten oluştuğunu gördüm.
Başka bir canlının "sahibi" olabileceğini düşünen insanın duygusal ilişkilerde de sahiplenme ve sahiplenilme ihtiyacı hissedeceğini varsaymak bizi yanlışa sürüklemez. Araya başka bir yazının konusu olacak bu cümleyi de sıkıştırdıktan sonra kaldığım yerden devam ediyorum.  
Kendisini çok bariz bir şekilde "hayvansever" olarak tanımlayan ve  "sevgiden anlayan" bu insanın aslında sadece kendisine şirin gelen hayvanları sevdiğini düşünüyorum. Çok samimi de bulmuyorum açıkçası. Hani böcekleri falan geçiyorum zaten, kendisini görünce direk ortadan kaybolacak bi fareyi görünce çığlığı basıp, çıkabildiği en yüksek yere çıkıp o fare "bir şekilde" o mekandan gitmeden bir daha o kapıdan içeri girmeyeceğini söyleyen insan çok samimi değildir. Bir insan fareden korkuyor olabilir çok normaldir, ama diğer bir insan da köpekten korkuyor olabilir. Gel gel Çomar çok akıllıdır ısırmaz cümlesi normal o fare de senden korkuyor zaten gel in aşağı tamam bak gitti cümlesi anormal. Samimi değilsiniz. Hayvanseverlik çok iddialı bir kavram bence. Dünyadaki bütün kedileri seven bi insan kediseverdir, aynı şekilde köpekleri seven bir insan da köpekseverdir. Biliyorum renginden, ırkından, dininden, mezhebinden dolayı insan ayrımı yapan insanlardan bütün hayvanları sevmesini beklemek için çok erken daha ama amaaan benim ne haddimeyse bunları yazmak. Ben zaten sadece yenilebilir hayvanları seviyorum!